06 Nisan 2008

Hasan Kaçan'ın "Gırgır" ve "Hıbır" Hatıraları!


Dalgalandım da duruldum...

Bugün Pazar ya, matbuat aleminde gelenek olduğu üzere biraz fındık-fıstık neviinden, biraz çerez neviinden, biraz tatlı neviinden bi yazı yazayım...

‘Zaten leblebi çekirdek niyetine koftiden yazılar yazıyosun Hasan Kaçaaan!.. Bizi yeme...’ laflarını duymamış gibi yaparak, dalayım mevzuya...

* * *

Onbeş yaşımda girdim bu matbuat alemine, şimdi ‘medya’ dedikleri naneye...

Rahmetli Oğuz Aral’a çizdiğim karikatürleri götürmüştüm, bir ‘Kasımpaşa Lisesi’ çıkışı...

Karşımda duran pala bıyıklı adamın karşısında heyecandan titriyordum...

Rahmetli babamın berber dükkanında kullandığı ‘köpük silme kağıtları’na karalamıştım ‘karikatür’ sandığım şeyleri... Beyaz kağıt bulmak o kadar kolay mıydı?

‘Pala bıyıklı amca’ elindeki kağıtara baktı... Baktı... Baktı...

‘Bunlardan bi numara olmaz, senden de karikatürcü falan olmaz, haydi yallah okuluna’ dediğinde dünyam yıkıldı...

Sonra beni çok şaşırtan bişey yaptı, kalktı ‘masist’ marka metal dolabından, karikatürcülerin ‘şöhler’ dediği resim kağıtlarından bi rulo yaptı...

Bi minik şişe ‘Pelikan’ marka çini mürekkebi, bi de karikatürcülerin ‘tarama ucu’ dediği zımbırtı’dan, bi de o ucun takılacağı plastik sap’tan verdi...

‘Haydi yallah... Doğru okuluna!’

Kafam allak bullak olmuştu...

Madem ‘benden bi numara olmaz’ dı, niye vermişti ki bunları bana?..

Kafamda bu sorularla, ilk defa geldiğim Babıali yokuşundan aşağı iniyordum...

Meğer Oğuz Aral deneme çekermiş böyle söyleyerekten... Hırslandırırmış adamı...
İki hedefim vardı...

Ya ‘Galatasaray’a kaleci olacaktım... Ya da ‘Gırgır’ dergisi’ne karikatürcü olacaktım...

Dedim ya, onbeş yaşındaydım o sıralar...

* * *

Bir yıl sonra ‘Gırgır’ da çalışıyordum...

Tabii ki ‘getir- götürcü çocuk’ olarak... Şimdiki ‘ofis boy’ denilenlerden hani...

Oğuz Aral’ların, Tekin Aral’ların, Altan Erbulak’ların, Ferit Öngören’lerin arasında bulunmak bile yeter de artardı...

Seve seve yapıyordum ‘getir-götürcü’lüğü...

Şerbetliydim çünkü bu mevzuda... Tecrübeliydim...

Daha önce ‘marangoz Mimi usta’nın yanında çıraklık yapmıştım çünkü...

Bu sebepledir ki ‘şunu al, bunu al, nerde kaldın, haydi koş...’ dediklerinde hiç gocunmuyordum...

Bu adamlarla muhatap olmak bile dünyalara değerdi benim için...

Ha, arada bir de boşluk olunca bişeyler karalıyordum... Oğuz Aral da derginin en arkasındaki ‘amatör sayfası’nda yayınlıyordu...

* * *

Onsekiz yaşında ‘Gırgır’ın meşhur karikatürcülerinden biri olmuştum...

‘Hasan’ın Saksısı’ diye bir köşem vardı...

‘Galatasaray’a kaleci olamamış ama ‘Gırgır’a karikatürcü olmuştum...

Yaşım onsekiz’di...

O yaşta ‘fırlama’ adamların dünyasına girmiştim...

* * *

İlk arabamı otuz yaşında alabildim...

Simsiyah bir ‘Murat 124’...

‘Kara Murat’ diyorlardı o zamanlar...

Bizim mahalledeki bir ‘oto elektrik’ ustasından almıştım...

Arabanın içi mor kadife döşemeler, mor mor ışıklar ile tam bir ‘pavyon’ gibiydi...

E, arabayı yapan usta kendine göre yapmıştı...

Aileye giren ilk ‘otomobil’di...

Evin önüne çekiyor, pencerede yirmidört saat ben, kardeşlerim ve annem nöbet tutuyorduk... Sağını solunu çizmesinler, kurcalamasınlar diye...

Bu arada ‘Gırgır’ dergisi’ndeki ‘fırlamalık’ maceram gelişerek sürüyor, seksenli yılların sonuna doğru piyasanın en şöhretli karikatürcülerinden biri oluyordum...

‘Fırlama’lık dünyası iyiydi hoştu amma ‘Oğuz Aral’ korkusundan bi icraat yapamıyorduk ki...

‘Seksendokuz’ yılında ‘Gırgır’dan koptuk...

Bir avuç arkadaş, Ercan Arıklı’nın ‘Gelişim Yayınları’nda ‘Hıbır’ adını koyduğumuz mizah dergisini çıkarmaya başladık...

* * *

İşte... İlk şahsi ‘fırlama’lığımı burada yaptım...

Rahmetli Ercan Arıklı gibi ‘asilzade’ bir adamın patronu olduğu ‘Gelişim Yayınları’nın en üst katına, sanayii sitesi’nde yaptırdığım ‘langırt masası’nı monte ettirdim...

‘Gelişim Yayınları’ bizim gibi ipten kazıktan kurtulmuş ‘serseri’ heriflerle ilk defa tanışıyordu...

Burası, şık ve alımlı hanımların, kibar beylerin çalıştığı ‘nezih’ bir müessese idi...
Kılık kıyafetimiz, davranış biçimimiz onlara benzemiyordu...

Çoğumuz mahallede top oynarken, nasıl olduysa ‘mizahçı’ olmuş adamlardık...
Ailelerimizin bir ‘matbuat’, bir ‘sanat’ geçmişi yoktu...

Berber’in oğlu, kaynakçı’nın oğlu, marangoz’un oğlu, yorgancı’nın kızı...

Bu gürüh, ‘Gelişim Yayınları’nın en üst katını mesken tutmuştu kendisine...

Eh, normal olarak da böyle nezih bir müessese’ye ‘langırt masası’ gibi acayip bir aleti de ancak onlar getirebilirdi...

‘Gelişim Yayınları’nın en üst katından ‘takır takır’ sesler, çığlıklar geliyor, koridorlar Orhan Gencebay şarkılarıyla yankılanıyordu...

‘Nokta’, ‘Kadınca’, ‘Erkekçe’, ‘Gelişim Spor’ gibi dergilerin neşredildiği bu nezih müessese’nin bütün geleneklerini yıkmış, içine etmiştik...

Sonunda Ercan Arıklı dayanamamış ve bizim kata çıkmıştı...

Kapıdan girdiğinde şok içerisindeydi...

Bu nazik, nazenin ve kibar insan’ın gözleri faltaşı gibi açılmış, salonun ortasındaki tahtadan ve paslı demirden yapılma acayip alete şaşkın şaşkın bakıyordu...

‘Hasancığım bu... Bu... Bu nedir yavrucuğum bu?’

‘Langıııırt!’

Belki de ömründe ilk defa böyle bişey görüyor, işitiyordu...

‘Kim getirdi bunu?’

‘Beeen!’

Tam bişey söyleyecekti ki...

‘Kendi paramızla yaptırdık Ercan bey...’

Zavallı Ercan Arıklı’nın bütün aristokrat devreleri yanmıştı...

Hiç bir şey söylemeden gitti...

O günden sonra da hayata mı küstü nedir bilmiyorum ama ‘Gelişim’ bir daha iflah olmadı... Zaten kısa bir süre sonra da yıllarını verdiği, çocuğu gibi gördüğü bu nezih müesseseyi Asil Nadir’e sattı...

Haaa... Bu arada ‘Atina’dan bildirken’ Türkiye’ye gelip, ‘Nokta’ dergisinde yazmaya başlayan Reha Muhtar’a nasıl oyuncak tabanca çekip korkuttuğumu da anlatacaktım ki yer bitti...

06.04.2008

Alıntı:
Star Gazetesi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder