Eskiden olduğu gibi, otobüste, vapurda, servislerde, özel arabaların içinde ellerinde mizah dergileri olan çocuklar, gençler, yetişkinler göremiyorum. Eskiden olduğu gibi, gece-gündüz demeden telefon edip her gördüğü yerde fıkra anlatan arkadaşlarım da kayboldu. Çocuk dergilerine resim, öykü, şiir gönderirken bir de sevdiği fıkrayı ekleyen çocuklar da yok ortalıkta. Televizyon dizilerine bakıyorum da, okul, öğrenci, öğretmen temalarını işleyenler odağında hep aşk, karşılıksız sevgi, aldatmaca, zengin-yoksul, iyiler ve kötüler var. Şiddet, gerilim, korku gülmecenin sandalyesine oturmuş gibi. Hani klasik bir söz var ya, “Mizah zekânın diyetedir,” diye, gülebilmenin de diyeti zekâdan geçiyor. Bir de buna nükteyi, yergiyi, fıkrayı, taşlamayı katarsak günümüz mizah dergilerin, güldürüp düşündürürken bundan böyle gülmek nedir, nelere gülünür, neden gülünür, neden gülmek iki kalem pirzoladır, nelere gülünmezi de öğretmesi gerekir.
Bu yıl gittiğim pek çok okulda gördüğüm, en ilgimi çeken şeylerden biri de teneffüs zilleriydi. Ben ilkokuldayken bir hizmetli (o zaman hademe denirdi), teneffüsün başlayıp bittiğini elindeki saplı bir zili çalarak gösterirdi. Köy okullarında bu zilin adı çıngıraktı; cıngırık da derlerdi. Kimi yerde zil, kimi yerde de kampana. Sonra ev kapılarıyla birlikte düğmeli ziller çıktı. Daha sonraki yıllarda bunlara ding-dong’lu ziller eklendi. Şimdi günümüzdekiler müzikli. Pek çok okulda, müzisyen Melih Kibar’ın “Hababam Sınıfı” filmleri için yaptığı fon müziği çalıyor. Hani “Hababam Sınıfı”, “Hurraaa!” diye merdivenden inerken çalan müzik. Bu yıl beni şaşkına çeviren teneffüs müziği bir kovboy şarkısıydı: “Suzanna.” İngilizce çalınan şarkının teneffüsle ne bağıntısı var, bilemem, ama (değerli okul yöneticilerinin bir bildiği vardır) ben sizin için sözlerini Türkçeye çevirdim, şarkı şöyle: “Alabama’dan geliyorum / Elimde banjomla / Lusiyana’ya gidiyorum / Suzanna seni görmek için / Oh Suzann,a oh / Ağlama benim için / Suzanna’ya gidiyorum / Seni görmek için!” (Bence yabancı dil eğitimini beşikten başlatsak daha mı iyi olur? Ne dersiniz?)
Geçtiğimiz hafta, ünlü mizah dergimiz “Kalem”in 100. yılıydı. Gülmece dergileri okuma alışkanlığını yitiren çocuklarımıza, gençlerimize, yetişkinlerimize kültürümüzün kilometre taşlarından biri olan bu dergiyi anlatmanın, (bir zamanlar mizah dergilerine kenarından bulaşmış biri olarak) bir görev olduğunu düşündüm. * * *“Kalem” mizah dergisi, bundan 100 yıl önce 3 Eylül 1908’de yayın hayatına başlamıştı. Türkçe-Fransızca olarak İstanbul’da yayımlanan haftalık dergi, mizah ustalarımız, akademisyenler ve kültür tarihçilerimiz tarafından, bugün “çağdaş Türk mizahının ve karikatürünün öncü dergisi” olarak kabul ediliyor. Salah Cimcoz ve Celal Esat Arseven tarafından çıkarılan derginin ne yazık ki yaşamı iki yıl 7 ay 26 gün ve tam 130 sayı sürmüştür. Yerli çizer ve yazarlarının dışında pek çok yabancı yazar ve karikatürist de “Kalem” dergisinde yer almışlardır. Bizim için bunların arasında en önemli kişi, Türk karikatürünün öncüsü sayılan Cemil Cem’dir.
Eskiden gazetelerin birinci sayfasında bir karikatür olurdu. Bu karikatür yaşanan günün, bir olayın, bir kişinin özetlendiği, içinde yergi, nükte, taşlama taşıyan bir gülmece eserdi. Bu eser insanları biçimlendirir, farklı düşünme alanlarına, farklı yorumlara götürme yetisi taşırdı. Gazetelerin genellikle arka ve iç sayfalarında bulunan yerli-yabancı karikatür bantlar da, özellikle çocuklara gülmece dünyasında bir pencere açardı. Bu öylesine etkiliydi ki okurlar üzerinde, eline gazeteyi aldığı zaman, önce bantlardan başlayarak okuyan pek çok okur vardı. “Basri ile Fatoş”un, “Güngörmüşler”in, “Hüdaverdi”nin, “Hasbi Tembel Er”in, hatta “Bastır Viking”in maceraları, yayımlandığı gazetede 40 yıldan fazla, her sabah okurla buluştu. Her kuşağın bir kahramanı oldu. Babamın kahramanı “Hoşmemo”yken benimki “Fatoş ile Basri” ve “Mandrake”ydi. Şimdiki çocukların, anne-babalarıyla birlikte okudukları gazetelerde bir bant yok. Ne kadar çok televizyon kanalı olursa olsun, çocukların ve yetişkinlerin bu köşeleri her zaman aradıklarını düşünüyorum. Yeter ki çağdaş bir tip olsun.
Alıntı:
Milliyet Gazetesi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder