03 Ağustos 2009

Emeğe Yabancılaşma ve Fikir-Sanat Emeği!


EMEĞE YABANCILAŞMA VE FİKİR-SANAT EMEĞİ
"Emeğe yabancılaşma" kavramını, Marksist terminolojiye borçluyuz. İşçinin, mesai saatleri içinde yapacağı işte harcadığı emek, kendisine ait olduğu halde, kapitalist, bu emeğin yarattığı değere, "Üretim araçlarına sahip olduğu için" el koyar. Bu emeğin yarattığı değerin çok az bir kısmını, işçiye "ücret" adı altında geri verir. Ayrıca, işçiyi, insanın günlük çalışma takatinin çok üstünde çalışmaya zorlayarak, işçinin gün içinde kendisine ayıracağı saatlere de el koyar. Örneğin, sekiz saat uyuma, sekiz saat çalışma, sekiz saat dinlenme ve özel hayatına ayırma şeklindeki günlük bölünme, kapitalist tarafından, kendi kâr amaçları doğrultusunda bozularak, çoğu zaman, oniki saat çalışma, altışar saat uyuma veya özel hayatına ayırma şekline dönüşür ki, günümüz Türkiyes'nde bu çalışma saatleri çok daha uzayabilmektedir.

Söz konusu "işçinin" kol işçisi olması gerekmemektedir. Marksist terminoloji, böyle bir ayırım yapmaz. Önemli olan, işçinin harcadığı emek ve bu emekten kapitalistin yarattığı "artık-değer"dir. Yani işçiden, kapitalistin aslında ZORLA kopardığı ama görünürde işçinin gönül rızası ile kapitaliste terk ettiği emekten yaratılan değer. İşçi, bu durumu o kadar kanıksamıştır ki, kendi emeği ile ürettiği şeyin, "Kapitalistin malı" olduğunu bile düşünür. Bu durum, "emeğe yabancılaşma" olarak adlandırılır.

Çalışma boyunca kullanılan emek, baştan sona işçinin olduğu halde, ortaya çıkan ürün, üretim araçlarına sahip olan kapitalistin olmaktadır ve işçi de bunu kabul etmektedir.

Buna, günümüz Türkçesinde "yasal gasp" da diyebiliriz.

Özellikle fikir-sanat emeği açısından örneklendiğinde, bu gasp türü, daha da vahşi biçimde karşımıza çıkmaktadır.

Bir grafik ajansında tasarlanan logo örneğini ele alalım:
Müşteriden talebi alan müşteri temsilcisi veya firma sahibi, isteği, grafik tasarımcıya iletiyor (Eskiden doğrudan art direktöre veya sanat yönetmenine iletirdi, şimdi artık zorunlu olarak, bu da değişti) ve grafik tasarımcı da, logoyu çizdi (veya taslak olarak bilgisayara aktardı) ve uygulanması için ajanstaki operatörlere bıraktı. Operatörler de, logoyu orasından burasından çekiştirerek ama tasarımını bozmadan, düzeltip, kullanılabilir hale getirdi. Müşteri temsilcisi veya ajans sahibi, bu logoyu müşteriye teslim etti ve parasını hemen oracıkta aldı. Bütün bu süreci gerçekleştiren tasarımcı ve operatörler de, ancak ay sonuna kadar ajans sahibinin (işverenin) kendilerine vereceği aylık ücreti beklemeye başladı. Biri, zamanında, bu emeğin yarattığı değerin karşılığını alıyor ama bu değer karşığılını, emek harcayanlarla hemen paylaşmıyor, epey bir süre beklettikten sonra, bu değer karşılığının ancak küçük bir kısmını, onlara, adeta bir parmak bal çalarcasına veriyor.

Bütün bu hengâme içinde logonun sahibi kim oluyor peki? Müşteri elbette. Logoyu pazardan patates alır gibi kendi zimmetine geçirip, ömrü boyunca tepe tepe kullanıp, firmasına ve ailesine miras bile bırakıyor.
Halbuki, bu üretim süreci boyunca logoyu tasarlayan asıl kişi, bundan sonraki süreç boyunca, kendi logosu için hiç bir şey yapamıyor, şurada burada, her yerde, tepe tepe kullanılmasını seyrediyor.Buradaki katlı sömürüye karşı çıkması, onun, ancak emeğine yabancılaşması karşılığında elde edebileceği azıcık kazançtan da yoksun kalması, kısaca, "aç kalması" anlamına geliyor.

Bu süreç boyunca, hem logoyu tasarlayan ve hem de logoyu tasarıma uygun olarak uygulayan tasarımcı ve uygulayıcı fikir-sanat emekçilerini, kendi emeklerine yeniden "sahip" olmalarını veya o emekten elde edilen kazancın daha hakça paylaşılmasını sağlayacak bir örgütlenme mekanizmasının varlığı gerekiyor. Bu örgütlenme mekanizması, sendikalar ve fikir-sanat eseri sahipleri meslek birlikleri tarafından mükemmel bir işbirliği ile hayata geçirilebilir.

İşte bu noktada, üretilen emeğin değerinin fikir-sanat işçilerine, yeniden ve "hakça" geri dönmesini istemeyen bir takım ajan-provokatörler devreye girerek, hemen fikir işçisinin, "Fikir ve sanat eseri sahibi olmadığı" propagandasını yapmaya başlıyor. Bunlar, bulundukları saygın konumlarından dolayı, genellikle "itibar" gören kişiler oldukları için, sözleri de dinleniyor ve fikir-sanat işçilerinin bu örgütlenme mücadelesini ciddi biçimde baltalayabiliyorlar.

İşte gerçek HAİNLER, bunlardır. Bunları, gördüğümüz her yerde teşhir etmeliyiz.

Fikir-sanat işçilerini sertifikalandırmaya, onları çeşitli iş katmanlarına bölerek örgütlenmelerinin önüne daha da kalın duvarlar cekmeye, onları "kolay ve ucuz eğitim" vermekle kandırıp, tecrübeli işçilerin ekmeğiyle oynamaya ve ücretlerini daha düşürmeye zorlamaya çalışanlar, işte yine bu HAİNLERDİR.

Bunlar, örgütlenme yollarını açıkça saptırarak, fikir-sanat emekçilerinin önüne dikilmektedirler. Ancak gerçek örgütlenmeyi savunanları ise "çoğunluk böyle istiyor" ("Yapılacak işte çoğunluğun yararı esastır") diyerek bastırmakta, onları "azınlık" konumuna düşürmek istemekte ve örgütleyicileri tarihte görülmüş en vahşi yöntemlerle bastırabileceklerini ummaktadırlar.

Örgütlenme önündeki bu gibi engeller, onları teşhir ettikçe birer ikişer önümüzden kalkacaktır.

Fikir-sanat emekçilerinin birliği, bütün sahte örgütlenmelerin korkulu rüyasıdır.

Levent Elpen

Alıntı:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder